Geçen yazımızda “HAKKIN OLAN BİR DÜNYA” başlığı altında hak merkezli sosyal yapılanmadan, bu yapılanmanın temel dinamiklerinden bahsetmiştik. İnsanlık tarihi boyunca medeniyetler iki temel anlayış ve inanç üzerine kurulmuştur. Biri peygamberlerin öncülük ettiği hakkın üstünlüğü anlayışı üzerine kurulan ve temelini vahyi hakikatin oluşturduğu “HAK MERKEZLİ” medeniyet; Diğeri ise Kuvvetin üstünlüğü anlayışı üzerine kurulan “KUVVET MERKEZLİ” medeniyettir. Bu medeniyete ise her zaman firavun-i zihniyet öncülük etmiştir.
Hakkı üstün tutan medeniyetler her zaman insanlığa huzur barış ve saadet getirmiştir. Kuvveti üstün tutan medeniyetler ise insanlığa her zaman kan gözyaşı ve zulüm getirmiştir. "Kuvvet merkezli" tekelci dünya görüşünün hâkim olduğu toplumlarda sosyal yapılanmayı siyasi ve iktisadi tekel konumunda olanlar, geliştirdikleri teoriler ve koydukları ölçülere göre biçimlendirirler. Geliştirdikleri yöntemler ile kendi iktidar ve menfaatlerine süreklilik kazandıracak şekilde sosyal yapıyı şekillendirirler. Sosyal yapıyı belirleyen hâkim etken kuvvet olduğu için ekonomik ve siyasi gücü ellerinde bulundurma ayrıcalığına sahip olanlar bölüşümde payın büyük bir bölümünü alırlar. Kuvvet merkezli sosyal yapılanmanın amacı tekelci konumunda olanların menfaatlerini korumak ve onların paylarını arttırmaktır. Bu tür sosyal yapının hâkim olduğu toplumlar ayrıcalıklı toplumlardır.
Bu toplumlarda çatışma süreklidir. Siyasi tekelin hâkim olduğu toplumlarda insanlar "korku" ile, iktisadi tekelin hâkim olduğu toplumlarda ise "açlık" ile tehdit edilerek kontrol edilirler. Sosyalizm'de sosyal yapılanma siyasi tekelin etkisinde biçimlenmiştir. Kurum ve kuralları koyan ve uygulayan siyasi tekel konumunda olan partidir. Kapitalizmde ise sosyal yapı iktisadi tekel konumunda olanların istek ve arzusu doğrultusunda biçimlenir. Her iki sistem "Kuvvet Merkezli" dünya görüşüne dayanmaktadır. Bu dünya görüşüne göre "hakkı" belirleyen kuvvettir. Hak verme ve alma tekel konumunda olanların elindedir. Bundan dolayı "hak verilmez alınır". Kuvvetlinin elinde hakkı ancak kuvvetliler alabilir. Toplumun ortak gücünü temsil eden devlet sürekli tekel konumunda bulunanların denetimindedir. Bölüşümde hâsılanın büyük bir bölümünü siyasal iktidarı etkileyenler alır.
"Kuvvet Merkezli" dünya görüşünün hâkim olduğu toplumlarda sosyal yapının bu anlayışa göre biçimlenmesi doğal olduğu gibi; "Hak Merkezli" dünya görüşünün hakim olduğu toplumlarda sosyal yapılanma halkın dünya görüşü ve değer ölçülerine göre şekillenmesi gerekir. Sosyal yapılanmanın toplumun dünya görüşü ve değer ölçülerine ters düşmesi çelişki ve çatışmaları arttırır. Sosyal gelişmeyi yavaşlatır. Hak Merkezli dünya görüşünün hâkim olduğu bir toplumda dünya görüşü ve değer ölçüleri değişmeden "Kuvvet Merkezli" dünya görüşüne göre oluşan kurum ve kuralların uygulanması toplumsal çelişki ve yozlaşmaları kaçınılmaz kılar.
"Hak Merkezli" dünya görüşüne göre yeniden yapılanmanın tarihte öncülüğünü peygamberler yapmıştır. Her peygamber getirdiği mesajıyla bulunduğu toplumlarda yeniden yapılanmayı başlatmıştır. Bozulan kurum ve kuruluşları yeniden yapılandırarak (ıslah hareketiyle) sorunları çözme, nimet-külfet dengesini sağlama özelliğini arttırmaya çalışmıştır.
Peygamberlik müessesesi Hz. Muhammed (s.a.v.) ile son bulmuştur. Hak merkezlidünya görüşüne göre sosyal yapılanma artık peygamberlerin önderliğinde Gerçekleşmeyecektir. Onların dünya görüşünü benimseyen varisleri olan âlimler "Tevhidi" dünya görüşüne göre teoriler geliştirecekler, bunları kitlelere anlatacaklar ve kitleler teşkilatlanarak sosyal hayatta "Hakk’ı hâkim kılacaklar", ve "nimet-külfetin" adil bir şekilde bölüşülmesine ortam hazırlayacaklardır.
Müslümanların ferden ve topluluklar olarak sosyal hayatta "Hak'ı hâkim kılma" ve "adaleti tesis etme" gayretleri, sahip oldukları inançları gereğidir. Bir Müslüman günlük yaşantısında attığı her adımda hakkın hoşnutluğunun olup olmadığını gözetmek durumundadır. Bu gayret içinde olmayan Müslümanların zilletten kurtularak izzete ulaşmaları mümkün değildir.
Bugün İslâm âlemi "Kuvvet Merkezli" dünya görüşünün etkisi altındadır. Müslümanların anlayışına ters düşen bu görüşe göre biçimlenen sosyal yapı insanlığı bir uçurumun kenarına getirmiştir. Türkiye ve İslâm âleminin sorunlarına bu yapı içinde çözüm bulmanın imkânsızlığı ise ortadadır. Vahim olan şudur ki; içerisinde bulunduğumuz şu asırda meydana gelen sosyal, siyasal, ekonomik, vb. problemlerimize karşı Müslüman âlim, aydın ve önderler kendi değer ölçülerimizden (kuran ve sünnet) müessir şifa kaynakları geliştirerek onları tatbik etmek yerine; kuvvet merkezli medeniyetin ön gördüğü ölçüleri kabullenerek bir bilinmeze doğru ilerlemektedir.Haktan yana halkın olan bir dünya için esen kalın.
İsmail BAKIRHAN